Geçtiğimiz hafta 78. Cannes Film Festivali tamamlandı. Fransız Rivierası’nda kırmızı halının serildiği, deniz rüzgârının sinema tarihine karıştığı o birkaç gün, sinemanın sadece endüstri değil aynı zamanda bir sanat olduğunu hatırlatan bir törenle geride kaldı.

Her yıl Cannes’ı büyük bir sabırsızlıkla beklerim. Oscar’ın aksine, burada gözümü boyayan şovlar değil, gözlerimi dolduran hikâyeler konuşur.

Peki ülkemizin yolcuğu ne zaman başladı? Bu yolculuk bir günde başlamadı. Türkiye’nin Cannes sahnesine ilk adımı, 1952 yılında Suavi Tedü’nün “Göçmen Çocuğu” filmiyle atıldı. Sessiz sedasızdı ama o sessizlik içinde büyük bir hayal vardı. Ardından Yılmaz Güney geldi. “Yol” filmiyle 1982’de Altın Palmiye’yi kazandığında, Türkiye sineması artık o halının yabancısı değildi. Bu ülkeden anlatacak hikâyesi olanlar, artık dünyanın en prestijli salonlarında konuşabiliyordu.

Yılmaz Güney’in işleri hâlâ kalbimi sızlatır. Onun bakışı, sadece bir yönetmen gözü değildir; aynı zamanda yoksulluğun, adaletsizliğin, coğrafyanın ve insanın aynasıdır. Onu sevmek sinemayı sevmek değil, hayata başka bir yerden bakmayı istemektir. Cannes, Yılmaz Güney’in ardından Nuri Bilge Ceylan’la da tanıştı. “Kış Uykusu” ile 2014'te bir kez daha Altın Palmiye ülkeye döndü. O yıl Cannes’da olmak isterdim.

Cannes bana göre sinemanın kalbinin attığı yer, hatta sinemanın kendisidir. Türkiye’nin Cannes yolculuğu kalbimdeki sinema ateşini harlayan bir hikâyedir ama önce merak ettiğim bir konu var. Her yıl Cannes’a filmlerimizi yolluyoruz. Berlin’de, Venedik’te adımız okunuyor. Kimi zaman alkışlanıyoruz, hatta ödüller alıyoruz ama sonra her şey eski yerine dönüyor. Sormak gerekiyor: Neden Türk sineması hâlâ dünyaya yön veren bir sinema değil?

Bu soruya tek bir cevap verememem. Bildiğim birkaç cevap var ve en önemlisi endüstri eksikliği. Sinema sadece sanat değil; aynı zamanda para, üretim, dağıtım ve strateji demektir. Biz hâlâ bağımsız yönetmenlerimizin bireysel çabalarıyla, neredeyse kendi elleriyle kurdukları setlerle yarışıyoruz. Oysa dünya sineması artık kolektif bir akıl, devlet destekli projeler ve uluslararası ortaklıklarla dönüyor. Bizdeyse hâlâ "bir şekilde çekeriz abi" ruhu egemen. Hikâye krizi yaşıyoruz mesela. Bu sadece sinema değil tiyatro için de geçerli. Türkiye’nin anlatacak sayısız hikâyesi var. Toplumsal yaralar, kimlik çatışmaları, bastırılmış belleğimiz... Ama bu hikâyeler ya kendi içine kapanıyor ya da evcilleşip köşesine çekiliyor. Ya Batı’nın dilini ödünç alıyoruz ya da “bu sadece bize özgü” diyerek kendimizi sınırlandırıyoruz. Oysa sinema bize şunu defalarca kanıtladı: En derin yerel, en güçlü evrenseldir yeter ki doğru anlatılsın. Bu Batı’nın dilini ödünç alma meselesine çok takıntılıyım. Yanımızda İran var ve kendi kültürleriyle dünyada sinemaya yön veriyorlar. Buna daha çok örnek verebilirim. Politik iklim, seyirci meselesi…

Sinemanın dönüşüm gücü seyirciyle başlar.

Dünyaya yön veren sinemalar; kendi mitolojisini kurmuş, estetik bir dil yaratmış ve o dili istikrarlı biçimde işlemiş sinemalardır. Fransız Yeni Dalgası, İran sinemasının poetik gerçekliği, Güney Kore’nin türler arası devrimi… Bunlar tesadüf değil.

Türkiye’nin hâlâ bir “sinema hareketi” yok. Parlak yönetmenlerimiz var, filmlerimiz var ama bu bireysel başarılar bir kolektif sıçramaya dönüşmüyor. Çünkü şans verilmiyor. Bunu bir ara uzun uzun konuşalım.

Umutsuz konuştum ama umut var. Kendi kültürümüzü, acılarımızı, günlük yaşantımızı başka kültürlerle karıştırmadığımız ve taklit etmediğimiz sürece umut var.

Genç sinemacılarımız var, dünyayı izleyen ve dönüştürmek isteyen kadınlarımız, queer yaratıcılarımız, taşrayı anlatanlar, göçü, belleği, yarayı kurcalayanlarımız var. Yani malzeme var. Mesele bu malzemeyle bir masa kurmak.

O masaya birileri oturursa, sinemamız da yön değiştirmeye başlar.

Şimdilik sadece soru sorabiliyoruz. Belki de değişim doğru sorudan başlar.

Not: Bunu yazarken Viki Leandros / L’amour Ese Beu çalıyordu fonda. Sanki klavyeye değil de, Seine Nehri kıyısına düşmüş bir aşk mektubuna dokunuyordum. Dramı biraz fazla sahiplendim galiba. Bugün git ve ona bu şarkıyı armağan et. Çünkü, mon amour, l’amour est la poésie des sens.

Sevgiler,

E.