Bu repliği çok seviyorum ve itiraf etmeliyim ki her ayna karşısına geçtiğimde o meşhur sahneyi canlandırıyorum.

Bence hepimizin içinde bi Travis Bickle yatıyor. Her aynaya baktığımda onu görüyorum çünkü son zamanlarda kafamda dönüp duran bazı düşünceler var: Yalnızlık…

Dünya artık çok gürültülü bi yer... Keşke sesi biraz kısabilsek. Şehrin gürültüsü içinde kendi sesini duyamayan herkesin temsilcisi olmak için yazıyorum bunu. Film 1976’da seyirciyle buluşmuş ama karakter modern çağın bireyi gibi; kalabalıklar içinde görünmez, konuşmaların ortasında sessiz. Travis, bugün yaşasaydı aynı yalnızlığı yaşardı.

Tek fark şu; artık yalnızlığın bile filtresi var.

Teknoloji gelişti, dünya gürültülü dedim ama artık her şeye ulaşmak çok kolay. İnsanlara, duygulara… Ulaşmakla temas etmek arasında fark var. Bir noktada hepimiz bir şeyin yanlış olduğunu hissediyoruz değil mi? Sanki bizi rahatsız eden ama adını koyamadığımız bir şey var. Travis bunu “pislik” olarak tanımlıyor; sokakları süpürmesi gereken bir yağmurdan bahsediyor ama belki o yağmurun, en çok kendi içine yağması gerekiyordu.

Aslında onun sorunu tam olarak yalnızlık. Yalnızlık, insan zihnini en çok tahrip eden duygulardan biridir. Yavaş ama kesin bir çürüme yaratır. Travis’in gece uyuyamaması ve geceleri taksi kullanması, insanlarla hep bir camın ardından iletişim kurması tesadüf değil. Kendini içeriden dışarıya anlatamıyor, dışarısını da içeriye alamıyor. Böylece bir tür iç savaş başlıyor. Camı indirmek kesinlikle çözüm değil. İnsanın kendisiyle savaşını yaratan bu olabilir mi? Bence olabilir çünkü insanın kendisiyle savaşını yaratan şey, kendine ulaşamamasıdır.

Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ı bir aksiyon ya da suç filmi değil, bir varoluş krizi anlatısı. Travis toplumla bağı kopmuş biri olarak, sonunda kendi ahlakını icat ediyor.

Ama o ahlak, kırılmış bir aynanın yansıması gibi: parçalı, keskin ve tehlikeli. Modern insanın çevresi çok kalabalık. Kimse yoksa bile sosyal medya var ki bu gerçek kalabalıktan daha yorucu.

Yine de kendimizi Travis gibi hissediyoruz: Yalnız.

Bastırılmış duyguların yankı odasıdır yalnızlık… Freud’a göre birey, dış dünyanın talepleriyle içsel arzuları arasında sıkıştığında savunma mekanizmaları geliştirir. Travis’te bu mekanizmalar bir bir çöküyor.

Artık yalnız değil; yabancılaşıyor.

Sadece başkalarına değil, kendine de yabancılaşıyor.

Kierkegaard da haklı bu konuda... Ona göre modern insanın en büyük problemi, kendi özünü kaybetmiş olmasıdır. Travis özünü yitirmiş değil, tam aksine onun peşinde. Ama bu arayış, onu şiddetin ve paranoyanın sınırına getiriyor. Kendi ahlakını yarattı demiştim ya size, kendi adaletini uygulamaya kalktığında, sistem dışı bir “ahlak” yarattı; bu da toplumsal düzenin sorgulanmasını beraberinde getirdi. Bir yandan da davranışları travma, sosyal izolasyon ve depresyonun bir yansıması. Film, bireyin toplumla olan kopukluğunun, ruhsal kırılmaların ve öfkenin nasıl şiddete dönüşebileceğini dramatik biçimde ortaya koyuyor.

Bugün, dijital çağda artan yalnızlık, sosyal medyada kurulan yüzeysel ilişkiler ve derinleşen toplumsal uçurumlar Travis’in yalnızlığını daha da güncel kılıyor. Taxi Driver sadece geçmişten bir film değil; günümüzün de aynasıdır.

Yalnızlıkla mücadele hâlâ güncel ve Travis gibi karakterleri bu yüzden severim. Çünkü onların öfkesi, dünyayı yakmak için değil; kendilerini anlamaya çalışırken çıkan bir yangındır.

Gösterdikleri şiddet dışa değil, içe yöneliktir.

Bu da onları korkutucu değil, trajik kılar.

Varoluşsal krizler yaşayan herkes bilir: Kendine çarpan herkes, bir gün mutlaka kırılır...

Belki bu yüzden, aynaya her baktığımızda o soruyu tekrarlıyoruz:

“You talkin’ to me?”

Belki bir gün biri evet der.

Not: Bunu yazarken Jackson Browne- These Days dinledim.

Sevgiler

E.