Bazen etrafıma bakıyorum ve “Gerçekten mi?” diye soruyorum. Gerçekten herkes bu kadar mı mutlu? Gerçekten herkes bu kadar mı emin ne yaptığından? Yoksa… Birileri bizi izliyor mu?
Biliyorum, delilik gibi geliyor. Ama Truman Show izleyince bir süreliğine her şeyin kurgu olabileceğine ikna oluyorum. Sanki hepimiz birer Truman’ız. Üstelik bizim stüdyomuzun tavanı yok. Algımızın sınırları var.
Filmde Truman doğduğu andan itibaren yapay bir kasabada yaşıyor. Herkes rol yapıyor. Mahalledeki teyze, en yakın arkadaşı… O ise gerçek. Ama ona da “bu kadar gerçeklik” yetiyor uzun süre. Çünkü sistem mükemmel çalışıyor: Aynı günler, aynı yüzler, aynı “iyi ki doğdun Truman”lar. Ve işte orada kendime soruyorum:
Biz ne zamandan beri aynı sabahları yaşıyoruz da fark etmiyoruz?
Aynı kahvaltılar, aynı işler, aynı pozlar, aynı filtreler. Belki de en acı olan şu: Gerçek gibi görünen şeyin, gerçek olmadığını anladığında artık onu tamir edemiyorsun. Sadece terk edebiliyorsun. Filmin en vurucu anı, Truman’ın korkmasına rağmen denize açılması. Deniz onun travması. Ama o artık biliyor: Korktuğun şeyin içinden geçmeden hiçbir yere varılmıyor.
Sırf bu yüzden değil midir zaten bizdeki iç sıkıntısı?
O kapının var olduğunu hissetmek ama cesaret edip yürüyememek?
Truman’ın son sahnede yaptığı şey aslında devrim gibi.
Gökyüzüne çarpıyor. Tavana. Ve orada gökyüzünün aslında boya olduğunu fark ediyor.
İşte tam da o an, sinema tarihinde nadir rastlanan bir şey oluyor:
Bir karakter özgürleşiyor ve biz, izlerken, içten içe onun gibi olmayı diliyoruz.
Truman kapıdan çıkarken şöyle diyor:
“Görüşemezsek iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler.”
Nezaketle veda ediyor sisteme. Bağırmadan, yakıp yıkmadan.
Ve o an sanki hepimizin içinden şu geçiyor:
“Ya ben de gidebilir miyim?”
Ama bir şey daha var.
Ben Truman gibi gidip kapıyı usulca kapatamam mesela… Ben gidersem, sahneyi yakarım.
Işıkları patlatırım. Yönetmenin masasını deviririm ve belki de o yüzden hâlâ buradayım. Bence sessizce gitmek, yıllarca sessiz kalmış birinin işi değildir.
Çünkü yıllarca “normallik” oynamış bir insan, sonunda sahici bir şey hissettiğinde, sadece gitmekle yetinemez. Ona yalan söyleyen her aynayı kırmak ister. Seyirciyi utandırmak ister. Yönetmeni ifşa etmek ister.
Çünkü bu bir kaçış değil, bir hesaplaşmadır.
Bir hayata “hayır” demek değil;
Sana gösterilmiş sahte hayata “yeter artık” demektir.
Ve en derindeki dürtü şu olabilir:
“Ben gittim, ama siz hâlâ buradasınız. Bari uyanın.”
Yani bu yakıp yıkma arzusu, sadece öfke değil bir çağrı aslında.
Birilerini uyandırmak için çalınan son alarm gibi.
Gösteri hâlâ devam ediyor.
Ve sıra sende.
Not: Bu yazıyı yazarken fonda Tears for Fears – “Mad World” çalıyordu.
“The dreams in which I’m dying are the best I’ve ever had…”
Tam bir Truman ruhu. Gerçek sandığın dünyanın aslında çılgınca kurgulandığını fark ettiğin an için birebir. Dinle…
Sevgiler
E.