Yürüten Şato’ydu ismi. Büyülenmiştim. Hayat bazen öyle bir hal alıyor ki, tek istediğin şey bir trenin camından dışarı bakmak oluyor. Ne bir başarı hikâyesi, ne kariyer planı, ne bir ilişki hedefi… Sadece durmak, nefes almak ve bir ağacın hışırtısını dinlemek istiyorsun. Belki de bu yüzden, Hayao Miyazaki filmleri bu kadar derinden dokunuyor ruhumuza.
İçinden çıkamadığın, adını koyamadığın bir huzursuzluk var ya… İşte onu susturmanın en iyi yolu, Kiki’nin uçtuğu gökyüzüne bakmak belki de. Ya da Sophie’nin kalbini yeniden duyarak zamana meydan okuduğu o yürüyen şatoya adım atmak. Bu filmler bizi bambaşka diyarlara götürmüyor aslında; unuttuğumuz, bastırdığımız, küçümseyip geçtiğimiz hislerin içine sokuyor sadece. Çünkü bu dünyada hâlâ soba üstünde pişen bir çorbanın değeri var. Hâlâ yağmur altında Totoro’yla sessizce durmanın huzuru baki. Oysa biz ne yaptık? Sessizliği boşluk sandık. Hemen bir şey izledik, bir şey yedik, bir şey satın aldık. Miyazaki ise diyor ki: “Dur. Dinle. Bak. Hissediyorsun değil mi? Yaşıyorsun.”
Neden seviyoruz Miyazaki filmlerini diye düşündüm. Miyazaki’nin filmleri, batı sinemasının aksine hızlı kurguya ya da çatışma merkezli yapıya dayanmıyor. Onun dünyasında karakterler yavaşça yemek yer, yürür, gökyüzünü seyreder… Bu duraksamalar, seyirciye “nefes alma” alanı tanır. Japon kültüründeki “ma” (boşluk, aralık) kavramı burada devreye giriyor işte: Sessizlikte huzur vardır.
Örnek isterseniz o meşhur iş Spirited Away’de Chihiro’nun trene bindiği sahnede hiçbir diyalog yoktur ama o sahne, seyirciye çok şey hissettirir. Hatırlarınız değil mi?
Belki de ruhumuzun asıl yorgunluğu, hızdan değil yönsüzlükten. Hep bir yerlere koşturuyoruz ama ne aradığımızı bilmiyoruz. O yüzden Spirited Away’deki tren sahnesi bu kadar etkiliyor bizi. Çünkü orada kimse acele etmiyor, kimse kimseyi geçmeye çalışmıyor. Herkes sadece kendiyle, kendi hüzünleriyle birlikte yol alıyor.
Ve çocuklar… Miyazaki’nin dünyasında her şeyin merkezinde onlar var. Ama öyle “çocuk gibi” değil; hayatta kalmayı bilen, merhameti bilen, unutmayı bilen çocuklar. Biz büyüdükçe o çocuğu yitiriyoruz ya hani, onun yasını tutuyoruz aslında.
O yüzden Totoro’yu görünce gözlerimiz doluyor. Çünkü onun gerçek olmadığını bildiğimiz halde, bir yanımız hâlâ ona sarılmak istiyor.Hayat bazen çok yorucu. Ama bu yorgunluk, sadece fiziksel değil. Ruh yorgunluğu. Anlam arayışı. İnsan olmanın ağırlığı. Ve Miyazaki bize diyor ki: “Sana kötü şeyler olduysa, bu seni kötü biri yapmaz.”
Ne büyük bir merhamet bu. Hatalarını kucaklayan bir anlatı. Yaralarını saklamaya değil, sevmeye çağıran bir dünya. Ben artık huzur dediğimde, beş yıldızlı otelleri, meditasyon uygulamalarını, tütsüleri düşünmüyorum. Huzur dediğim şey; trenin camından dışarı bakmak. Rüzgarda savrulan çamaşırları izlemek. Ya da sadece… Totoro’ya sarılmak.