Bayram gelince içimde garip bir çarpıntı başlar. Ne mutlu olduğumdan, ne heyecanlandığımdan. Sanki herkesin bildiği ama benim tam kavrayamadığım bir duygunun etrafında dolanıyorum. Herkes sofraya oturmuş, herkes gülüyor gibi. Bir ben kapının dışında kalmışım. Çünkü bazı insanlar için bayram, sadece bir takvim günü değildir. Bir hatırlatmadır: Çağrılmadığın sofraların, içinde susmak zorunda kaldığın evlerin, sadece kan bağın olduğu ama ruhen hiç bağ kuramadığın o kalabalıkların hatırlatması. Çocukken anlamıyordum. Şimdi anlıyorum: Bazı evlerde huzur değil, düzen korunur. Bazı ailelerde sevgi gösterilmez, sadece görev devredilir ve bazı insanların bayramı, sadece içinden geçenleri susturmakla geçer. Psikolojide buna “duygusal yalnızlık” denir bilir misiniz? Yanında insanlar varken bile içten içe kimseye görünmüyormuş gibi hissetmek. Hakkında çok az konuşulur ben sürekli bahsediyorum… Diğerleri az konuşur çünkü yalnızlık, çoğu zaman kişisel bir eksiklik gibi anlatılır. Buna çok gülüyorum. Oysa yalnızlık bazen sistemli bir yok sayılmanın, yıllarca sevilmeye değil idare edilmeye zorlanmanın sonucudur.
Bayram, sadece aileyle bir araya gelmek değildir. Bazen o aileyle bir araya gelmemeye karar vermektir. Kimi için barış zamanı, kimi için sınır çizme zamanıdır ama bir yandan da şunu düşünüyorum: Bayram dediğimiz şey sadece kişisel duygulara hapsedilecek kadar küçük mü gerçekten?
Dünyanın bir yerinde çocuklar hâlâ savaşta, hâlâ susuz, hâlâ aç. Bazı coğrafyalarda sadece hayatta kalabilmiş olmaktır bayram. Bayram dediğimiz şeyin, içini başka türlü doldurmanın zamanı gelmedi mi?
Levinas (Kendisi çok sevdiğim bi filozoftur, önceki hayatımda kesinlikle filozoftum ve beni cadı diye avlamışlardı. Gülmeyin, buna inanıyorum. Cadılık yapmayı bu yüzyılda ayrıca seviyorum.) “öteki”yle karşılaşmanın aslında insan olmanın temel koşulu olduğunu söyler ama sen kendi ailende bile bir “öteki” gibi hissetmişsen; yani seni sen olarak görmeyen insanların arasında büyümüşsen en temel insanlık deneyiminden bile eksik kalırsın. Sevilmemekten değil, görülmemekten bahsediyorum.
Camus’nün bahsettiği absürd yalnızlık da burada devreye giriyor. Herkesin anlamlı olduğunu varsaydığı bir düzende, sen anlamsızlıkla baş başa kalırsın. Bayram tam olarak böyledir bazen. Herkesin gülümsediği, ama senin içinde hiçbir yere oturmayan o büyük tiyatro (tiyatronun amacı dışında kullanılmasına artık sinirlenmiyorum) O sofrada olmak istemezsin ama olmamak da acıtır. Çünkü bir yanda ait olmadığın evler vardır; öte yanda hiç kurulmamış ev özlemi. Bir yanda sahte tebessümler; diğer yanda hiç sorulmayan “gerçekten nasılsın?”lar.
Bir yanda herkesin “hadi barışın” dediği hesaplaşmalar; diğer yanda barışsan da geçmeyecek iç yaralar. Kendimizi tanımadıkça, sınır çizmedikçe, iyileştirmedikçe o çok övülen kalabalık sofralar sadece geleneksel travmaların yeniden sahnelendiği sahnelerdir ve Camus’nün dediği gibi, bazen yapabileceğimiz tek şey bu anlamsızlığa rağmen yaşamaya devam etmektir. Belki de bu yılın bayramı sadece budur: Sessizliğin içinde bir masa kurmak. Kalabalık olmasa da samimi, gösterişli olmasa da sahici bir masa.
Hiç bayramı olmamış, bayramı sadece başkalarının gözünde görebilmiş, sadece kendi iç sesine kaldığında huzur bulmuş herkese:
Bu yıl masa senin olsun. Az kişi olsun. Hatta kimse olmasın. Ama ilk kez sen orada kendin olarak otur.
Ve belki de bu kez gerçekten bir bayram olsun.
Not: Bu yazıyı yazarken fonda Beach House - Space Song çalıyordu. Şarkının o “fall back into place” dediği an var ya… İşte orada zaman bir anlığına esniyor, kırılmışlıklar bir araya geliyor, yarım kalmış hikâyeler suskunluğa karışıyor. Ama biliyoruz ki; bazı şeyler asla tam anlamıyla yerine oturmaz. Bazı yaralar “healed” değil, sadece “hidden” olur.
Ve unutma: Sofralar kurulur, dağılır… Ama kendini ilk kez duyan bir zihin kolay kolay dağılmaz.
Because sometimes, “what falls apart is actually what’s meant to fall apart.” :)
Gelecekte her gün batımında, kendi bayram soframı kurabilmek dileğiyle…
Sevgiler
E.